Sunday, June 22, 2008

Siyasetle İlgili Doğru Bilinen Yanlışlar #1

"Cehalet mutluluktur" demiş bilge birileri. Bilmek zordur gerçekten de. Mesela mimarlık okuyan bir arkadaşım bir ara kafayı sürekli geçtiğimiz sokaktaki yeni binaya takmıştı, yangın merdiveninin yanlış yerde olduğunu söylüyordu. Onun mimarlık bilgisi bunu görüyordu ama başka kimse umursamıyordu elbet. İçi içini yedi, dayanamadı buldu yüklenici firmayı, derdini anlattı, hakikaten yangın merdiveninin yeri değişti bizimki de güzel bir staj kaptı.

Türkiye'de iki şeyi bilmek çok zor: Futbol ve siyaset. Çünkü Türkiye'de herkes futbol ve siyaset konuşur, bileni bilmeyeni...Her rakı masasında ülke kurtarılır, her arkadaş sohbetinde kendi takımları için yeni kadrolar kurulur transferler yapılır.

Ben uzun yıllardır futbol takip ediyorum. Siyasetin de eğitimini aldım üniversitede. İkisini de bildiğimi iddia edemem. Çünkü zor işler ikisi de. Milyonlarca kombinasyon, müthiş beklentiler, ağır ve stresli çalışma ve asla memnun olmayan insanlar... Çözüm üretmek zor, o yüzden bir "politika mühendisliği" ya da "futbol mühendisliği" yok.

Ama gene de, dilim döndüğünce, etrafımda gözlemlediğim doğru bilinen bazı yanlışları dilim döndüğünce açıklamaya çalışacağım, mimar arkadaşımınkine benzer bir dürtüyle...

Türkiye ABD'nin Bölgedeki En Önemli Stratejik Ortağıdır:



Yanlış. Evet bu bölgede ABD'nin pek seveni yok, o yüzden kurduğu her türlü ilişki onlar için önemli. Ama en önemlisi Türkiye değil. Mısır. Enver Sedat "Barış için her yere, gerekirse Kudüs'e de giderim" diyip soluğu Kudüs'te alınca, İsrail'le barış antlaşması imzalayan ilk Arap ülkesi Mısır oldu. İsrail'le garezi kalmayan ve buna rağmen Abdül-nasir zamanından beri Arap dünyası üzerindeki etkisini koruyan Mısır bu iki nedenden dolayı ABD için bölgedeki en kritik ortak.

Türkiye İran Olabilir:


Yanlış. Aslında İran'ın Türkiye olması daha muhtemel. İran İslam Devriminin altyapısında Şii geleneklerinin bir getirisi olan siyaset yaşam ve din öğeleri arasındaki sıkı bağlantı yatıyor. Nufüsü Sünni ağırlıklı olan Anadolu'da, Osmanlı'dan bugüne böyle bir gelenek yok, olmadı. Şeyhülislam mevkisi bile sembolik bir makamdı Osmanlı'da. İran'daki yaşam ve yönetim tarzı bu halkın geleneklerine ters.



Kaldı ki devrimler ileri yönde olur. İran İslam Devrim'i de dönemin Şah yönetimine göre ileri bir adımdı. İran'da bugün çok kuvvetli bir liberal-demokrat hareket var. Bütün engellemelere rağmen güçlerini zaman zaman gösterebiliyorlar. Yeni bir İran devrimi o kadar da uzak değil.

6 oyla kanun iptal edilebilmesi anti-demokratiktir:

Yanlış, yanlış ve bin kere yanlış. Bahsedilen 6 oy Anayasa Mahkemesi'ndeki 6 yargıca ait. Meclisten yeterli sayıda milletvekilinin başvurusu halinde anayasaya aykırı kanun tasarıları onlardan dönebiliyor.

AKP yanlısı medya öyle bir hava yarattı ki bu kişiler keyfi kararlar veriyor, milletin iradesini hiçe sayıyorlar. Oysa Dünya'nın her demokrasisinde Yüksek Mahkemeler bu yetkiye sahiptir. Örneğin ABD'de bir tasarının yasalaşması için 637 kişilik kongre, 100 kişilik senato ve Beyaz Saray'dan geçmesi gerekir -ki bunların hepsi seçilmiştir- ama 7 kişilik yüksek mahkemedeki 4 oyla o yasa çöpe gider.

Yüksek mahkemeleri anayasa profosörleri atanır sadece ki Türkiye'de sayıları 100 kadardır yalnızca. Kararları siyasi ya da keyfi değil hukukidir. Hukuk da sadece kitaba bakıp bir karar vermekten ibaret değildir -yoksa ne gerek var bu kadar hukukçuya!- Demokrasi de çoğunluğun kafasına göre iş yapması değildir. Yönetimin de belli kuralları ve belli sınırları vardır. Bunlara uyulmasını garanti etmek de yargının işidir. Siyasetin yargının önüne geçtiği her ülke kaos yaşamaya mahkumdur. Yargının kuvveti de, yürütme üzerindeki etkisi de demokrasinin gereklerindendir.

Peki o 6 oy parti kapatabilmeli mi? Bununla ilgili tek yorumum var. Yargıya bozuk el kitabı verirseniz, yargıdan şikayetçi olamazsınız. AKP'nin önünde "el kitabını" düzeltmek için gerekli fırsatlar vardı. Kullanamadılar.


Thursday, June 19, 2008

Sünni Olma Özgürlüğü

Futbol yazmak tatlı da, siyaset yazmak bazen tatsız olabiliyor maalesef. Bazen de böyle illa yazdırıyorlar insana işte...

Dünkü Milliyet'te bir köşede ufacık bir haber.Malatya'da bir Alevi köyünde Diyanet'in parasıyla -yani vatandaşın vergisiyle- yeni bir cami yapılıyor. Köyün Sünni nüfüsü var, ama çok az. Cami ise köyün tamamına hizmet verebilecek kapasitede. Köyde bir cemevi ise yok. En yakın cami 5 km ötede. Yani cami yapılması anlaşılır, ama tüm köyü içine alabilecek büyüklükte bir cami?

Bunu yeni birşey zannediyorsanız maalesef yanılıyorsunuz. Muhafazakarı, devletçisi, liberali, halkçısı; birbirlerinin yaptıkları iyi kötü herşeyi bozup kendi iyi ve kötülerini yerleştiren Türk hükümetlerinin yıllardır istikrarla devam ettirdikleri tek politikadır belki de bu. Pek bir özgürlükçü AKP hükümeti de devam ettirmektedir bu yöntemi. Şöyle ki, Alevi köyüne devlet cami yaptırır, bir de imam tayin eder, imam iyiniyetliyse yeni tayin bekler, biraz art niyetliyse misyonerlik çalışmalarına başlar. Arada bir kaç Alevi vatandaş "kurtarılırsa" kardır. Asla ve katiyyen cemevi kurmak için ödenek verilmez.

Siyasette seslerini pek çıkarmasalarda, Alevi cemaati bu ülkede güçlü bir lobidir. Tek hareketleriyle seçimlerde dengeleri değiştirebilecek güçtedir bu lobi. CHP bu lobinin gücünü MHP'yle seçim öncesi flörtü sebebiyle büyük oranda kaybetti ve o oylar AKP'ye kaydı. Ama bu yukarda anlattığım türden uygulamaların sürmesi ve son olarak Reha Çamuroğlu'nun istifası bu desteğe biraz darbe vurdu.

Sessiz olmaları kimseleri yanıltmasın anlayacağınız... Alevi cemaati Türk kültürünün ve siyasetinin önemli bir parçasıdır. Kesinlikle bu tür muameleleri haketmeyecek kadar önemlidirler hem de.

Thursday, June 12, 2008

Avrupa Şampiyonası Düzenlemek?


Euro 2008'in evsahiplerinden birini dün gece saf dışı bıraktık, diğerinin ise işi mucizelere kaldı. Hal böyle olunca, UEFA'nın vasat takımları olan bu iki ülkeye -hele hele 10 yıldır büyük turnuvalarda esamesi okunmayan Avusturya- bu büyük organizasyonu vermesi tartışma konusu oldu. Avusturya her ne kadar iyi mücadele ortaya koymuş olsa da, hani gönül Lampard'ı, Rooney'i, Gerrard'ı izlemek isterdi doğrusu. Bir de üstüne Euro 2012'nin Polonya ve Ukrayna'da gerçekleşeceğini göz önüne alırsak bu tartışma iyice alevleneceğe benzer...

Doğal olarak akla biz bu işi yapamaz mıyız sorusu geliyor. Daha önce 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası ve Şampiyonlar Ligi Finali gibi büyük organizasyonlara imza attıysak da, böylesine bir turnuva bambaşka bir iş elbet. Yunanistan'la ortak adaylığımız ise bence olmayacak birşeydi. Birincisi son yıllarda iki ülke arasındaki ilişkiler olumlu yönde gelişmiş olsa da, sonuçta ortada inkar edilemeyecek bir tarihi husumet var. Kaldı ki Kıbrıs meselesi hala masada duruyor, yarın Ege'de bir kayalık üstüne savaşa çıkmayacağımızı ya da delinin birinin gene sınırda dalgalanan bayrağa göz dikmeyeceğini kim garanti edebilir ki?

İkincisi ve bence daha önemlisi; biz hem nufüs, hem toprak olarak çok büyük bir ülkeyiz. Ortak adaylık demek, ülkenin çok büyük bir kısmının bu organizasyona dahil edilmemesi demek. Euro 2012 adaylığımızda sadece İstanbul, İzmir ve Antalya vardı! Antalya'nın doğusunda maç oynatmadan, başkentimizi es geçerek, nasıl ev sahipliği yapabilirdik ki?

Peki bu iş nasıl olur? Öncelikle ülkenin her köşesine taşımamız lazım organizasyonu. İstanbul'da çok güzel iki stadımız var, bir tanesi de yapılıyor. İzmir ve Antalya'daki stadların ise yenilenmeye ihtiyacı var. Resimde bir maketini gördüğünüz Kayseri Kadir Has Stadyumu bitmek üzere. Orayı es geçmek haksızlık olur. Başkent Ankara için ise o döküntü 19 Mayıs Stadı'nın yenilenebilmesi adına eşsiz bir fırsat. Bunların dışında, Rize'de çok güzel yeni bir stad bitirilmek üzere. Ama Rize'de hava alanı olmaması ve konaklama hizmetlerinin eksikliği problem. Trabzon'da yeni bir stat projesi var ama akibeti meçhul. Trabzon gibi bir futbol şehri böyle bir ortamı yaşamalı yine de.Doğu'ya da maç götürmek lazım derseniz, ben de Gaziantep derim, stadın çevresi yenilenmeye müsait ve Antep'in yerlilerinde bunu harekete geçirecek finansal güç var.

Görüldüğü üzere, böyle bir organizasyon yapabilmek için önümüzde gitmemiz gereken çok yol var. Ama zaten bu yolları, ülkenin ve futbolumuzun gelişimlerinin doğal bir parçası olarak geçmemizin zamanı gelmiş durumda. "Süper" Lig'imizin daha kaliteli, daha modern stadlara ihtiyacı var. Anadolu'nun dört bir köşesinde bu tür stadlara sahip olduğumuz zaman, zaten böyle bir şampiyonanın altından tek başımıza kalkabilecek kapasiteye erişmiş oluruz.

Melek misin Şeytan mı?



Oldukça zorlu bir yarıştan sonra, Barack Obama büyük partilerin birinden başkan adayı gösterilen ilk Afrika-Amerikalı oldu. Türkiye'nin bu seçimin sonucundan ne kadar etkileneceğini kestirebilecek kadar dış politikaya hakim değilim ama, Obama'yı kendilerinin yeni kahramanı olarak gören ülkem liberal-aydın kesimi ve meraklıları için bazı şeyleri açıklığa kavuşturalım:

Barack Obama, Kenyalı müslüman bir baba ile Kansas'lı beyaz bir ABD'li annenin, Hawaii'nin Honululu kentinde doğmuş oğlu. Babası ABD'ye eğitim için gelmiş fakat Obama'nın doğumunun kısa bir süre sonrasında eşinden boşanmış ve ülkeden ayrılmış. Annesi ile büyüyen Obama, haliyle baba tarafıyla olan bağlantılarını uzun süre kaybetmiş ve bir Hristiyan olarak yetiştirilmiş. Harvard ve Columbia gibi zorlu okullarda eğitim aldıktan sonra avukat olan Obama, para getirecek iş kolları yerine sivil haklar üzerine çalışmayı yeğlemiş. Siyasette vitrine çıkması ise Illinois senatörü seçildiği 2004 senesine denk geliyor. Demokrat Parti'nin o yılki kongresindeki konuşması, başkan adayı John Kerry'i bile gölgede bırakmıştı. 2008 önseçimleri öncesi yaşının genç olduğu, acele etmemesi gerektiği söylenir ve anketlerde desteği yüzde 10 civarında gezinirken, sıkı bir ekip çalışması ve müthiş bir kitlesel hareket yardımıyla bugünlere geldi.

Kendisi hakkında en çok düşülen yanılgılardan biri, barışcıl bir dış politika izleyeceği şeklinde olanı. Evet, Obama Irak'tan çekilmeyi vaat etti. Bunun en önemli sebebi, kampanyasının odak noktasında olan değişim vaadinde saklı. Irak savaşına akıtılan milyon dolarları geri çevirmeden ABD siyasetinde pek birşeyi değiştiremezsiniz. Obama savaşın amaçsız ve başarısız olduğunu ve hemen bitirilmesi gerektiğini söylüyor. Ama aynı Obama, New Hampshire'da ABD'nin bölgede terörle mücadele etmesi için milyarlarca dolar yardım yaptığı Pakistan'ın teröristlere yıllardır yataklık ettiğini söyledi ve şu dehşet cümleyle bağladı sözlerini: "Bin Ladin'i sakladıklarına dair geçerli bir kanıt bulduğum anda Pakistan'a savaş açarım" Böyle birşeyin olması durumunda zaten yeterince karışık olan bölgede çıkabilecek kargaşının boyutları ürkütücü.

İç politikada ise Obama "liberal ekonomi, muhafazakar yaşam" şeklindeki Cumhuriyetçi politikayı Demokrat versiyonuyla; "muhafazakar ekonomi, liberal yaşam" ile değiştirmek amacında. Burda muhafazakar ekonomi tabi ki içine kapanık bir ekonomiye değil, ama sosyal devlet anlayışına ve devletin ekonomide daha etkin rol almasına işaret ediyor. Zaten genel Demokratik Parti eğilimi olan bu anlayışı Obama daha radikal bir biçimde uygulamak istiyor, vaatleri arasında çok büyük çaplı sağlık ve eğitim reformları başı çekiyor. Bush döneminde, mortgage krizi ekonomiye sert bir darbe vurunca, kontrollü bir ekonomi ve refah devleti anlayışı ABD halkına şu an için daha çekici geliyor ki, bu da Obama'nın en büyük avantajı.



Cumhuriyetçi rakibi senatör John Mccain ise hiç de yabana atılacak bir isim değil. Özellikle, Vietnam'da savaşmış olması ve esir olarak işkence görmesi en az bizim kadar militer bir millet olan ABD'lilerin ilgisini çekiyor. McCain'in en büyük derdi ise kendisi ile Bush ile arasına bir mesafe koymak olacak çünkü şu an Bush'un halk gözündeki statüsü epeyce düşük. Irak konusunda ise, McCain başlanan işi bitirmekte kararlı.

Şu anda anketler Obama'yı az farkla önde gösteriyor, ama kasıma daha çok var. Dediğim gibi dış politika konusunda seçim sonucunun bizi nasıl etkileyebileceğini kestirmek güç. Elimizde kalanlar ise, dünyanın son süper gücünün geri kalan ülkelerin üzerinde Demokles'in kılıcı misali bir tehdit oluşturmaya devam edeceği ve adamlar çatır çatır siyasi hedefleri tartışırken bizim siyasetçilerimizin sokak kavgası kıvamında polemiklerde kaldığı şeklindeki acı gerçekler...

Futbol Ülkesi


Madem siyaset ve futbol dedik, her ikisiyle de alakalı bir yazıyla başlayalım...

Geçtiğimiz ay hükümet bursuyla yüksek lisansa ABD'ye gidecek öğrencilere verilen bir resepsiyonda ABD Büyükelçisi Ross Wilson'la sohbet etme olanağı buldum. Wilson Türkiye'nin en şaşırtıcı özelliklerinden birinin insanların futbola ve futbol takımlarına olan bağlılığı olduğundan bahsetti laf arasında, "Mesela olur da bir Türk bürokratla maç izleme durumunda kalırsam öbür takımı takdir etmeye korkuyorum" dedi; "Çünkü insanların bunu tatsız, hatta düşmanca bir tavır olarak algılama riski var, tuttuğu takım bir insan için neredeyse kutsal. Burası tam bir futbol ülkesi."

Abarttığını düşündüğümü söyleyince de şu anektodu anlattı:

İncirlik üssüyle ilgili kritik bir görüşme yapmak üzere Adana'ya giden büyükelçi, valiyi ziyaretinin ardından çıkışta gazeteciler tarafından çevriliyor. Doğal olarak üssün geleceği ile ilgili bir soru bekliyor ama ilk soru Obama-Clinton yarışı hakkında ne düşündüğü. Bir diplomat gibi cevaplıyor soruyu: "Ortada çok büyük bir rekabet var. İki taraf da çok kaliteli.Rekabetin her zaman iyiyi doğurduğunu düşünüyorum. Bu yüzden ilgiyle takip edeceğim." Peki ikinci soru?

"Galatasaray-Fenerbahçe maçı ne olur?" diye sormazlar mı!

Muhtemelen kırk yıl düşünse bu soruyu alacağını tahmin edemeyecek olan zavallı ABD'li, gene aynı diplomat inceliğiyle cevap veriyor:

"Ortada çok büyük bir rekabet var. İki taraf da çok kaliteli.Rekabetin her zaman iyiyi doğurduğunu düşünüyorum. Bu yüzden ilgiyle takip edeceğim."